Meçhul Sevgili





   "Leyla ile Mecnun bugün yaşasalardı biz onları ilaçla tedavi eder evlerine gönderirdik. Hiçbir şeycikleri kalmazdı " - Nevzat Tarhan
   

“Bana yine aynı odayı mı verdiler?”

Gözlerimi açar açmaz aklıma bu sorunun takılması ne kadar tuhaf. Yaşadığım onca şeyden sonra...

Gözlerimi üzerinde yattığım yataktan başka bir şey olmayan odanın yeni boyanmış boş duvarlarında gezdirdim bir müddet. Bembeyazdı. Daha önceki kalışımda kirli beyaz ya da açık gri denen bir renkteydi sanki. Yatağın konumu, parmaklıklı pencerenin yeri, küçük penceresi olan kapı; bir akıl ve ruh sağlığı hastanesi odasında olabilecek, bir elin parmağını geçmeyecek tüm ayrıntılar, duvarların rengi dışında birkaç yıl önce kaldığım odanınki ile tıpatıp aynıydı. Beyaz, odayı daha aydınlık yapmıştı. Kendimi daha iyi hissettirdi.


“Kaç gündür uyuyorum acaba?” Aklıma gelen ikinci soru bu oldu. Perişan bir halde, iki gündür üzerimde çıkarmadığım kırış kırış, pis bir takımla hastanenin kapısına dayanıp “lütfen beni içeri alın, bir daha da salmayın” diye ter ter tepindiğim o akşamdan bu yana ne kadar zaman geçmişti acaba? Kaçışan hasta bakıcıların korku dolu yüzlerini ve dehşet içindeki bakışlarını hatırlıyorum. Bu tür bir işte, çalışanların böylesi tuhaf durumlara daha hazırlıklı olmak gerekmez mi? Gözlerine nasıl göründü isem, hepsi bir tarafa dağılmıştı.


Oraya kadar nasıl gelmiştim...ha, evet bir taksiyle. Kırk iki lira tutmuştu. Elli lira çıkarıp verdiğimi ve üstünü almayı düşünmeksizin ardıma bile bakmadan koşar adım hastanenin dış kapısını geçtiğimi hatırlıyorum. Taksicinin ardımdan seslendiğini işitebiliyordum. “Paranın üstü ne olacak” diye mi soruyordu, teşekkür mü ediyordu bilmiyorum, kulağım onda değildi çünkü. Hastanenin içine girer girmez, ortalık yerde koyverdiğim çığlık, yankılanıp duruyordu kafamda: ”Beni kapatın, bir daha da salmayın. Kurtarın bu dünyadan beni!”

Akılma gelen şeyle birlikte irkildim. Rüya mıydı acaba? Yani demek istediğim; 3 sene evvel rehabilitasyondan çıkmam, hayatıma geri dönmem ve o talihsiz karşılaşmadan sonra aklımı kaçırmadan buraya gelmeye çalışmam...tüm bunlar bir rüya, hatta kabus; evet, kabus olabilir miydi? Hiç odadan çıkmamış ve verilen ilaçların etkisiyle derin bir uykuya dalmış olabilir miydim? 


Yok ama, duvarların rengi değişmiş. Beyaz değildi. Ayrıca dışarıda geçirdiğim yıllar, berrak bir şekildeki hafızamda. Yeni bir hayata başlamış, yeni bir iş kurmuş, yeni dostlar edinmiştim. Gün gün, o kadar canlı ki...

Ya temizledi iseler ve asıl rengi ortaya çıktıysa duvarların? Emin değilim, hem de hiç. Ne hatırladığımdan, ne gördüğümden, ne olduğundan...

Vakit ikindi olmalı. Salınan dalların, hışırdayan yaprakların sesi geliyor kulağıma. Odanın küçük penceresinden sızan güneş, karşı duvarda kendisinden beklenmeyecek kadar büyük bir alanı soluk bir sarıya boyadı. Bal sarısı gibi. Onun saçlarının rengi tıpkı...

Başım zonklamaya başladı gene. Gözlerim sızlamaya, ellerim yanmaya ve dudaklarım kurumaya...Aynı anda gelen bu dayanılmaz susuzluk ve baş ağrısını çok iyi biliyordum. Bir çığlık koyuverdim. Kulaklarım duymadı ama tüm vücudum hissetti. Bana ilaç versinler, konuşturmasınlar artık. Bıktım, durmaksızın konuşan, umutsuzca kızan, bağıran bu adamdan iğreniyorum. "Hemşiranım, hemşiranım!"

...

Yeni atanmış bir memurdum. Uzman yardımcısı olarak göreve başlayalı birkaç ay olmuştu. Onca yıllık yatılı eğitim, kazanması da bitirmesi de ayrı dert üniversite, üç yıllık KPSS sınavı çilesi; öğrencilik günlerini aratır sınava hazırlık süreci, her sonuç açıklandığında ismini görmemenin verdiği hayal kırıklığı, anne-baba başta olmak üzere bilumum yakınlar karşısında hissedilen utanç, genel bir 
boynu bükük haleti ruhiye...

Hepsi geride kalmıştı. Kuş gibi hafiflemiştim, hatta tamamen içim boşalmış gibiydi. Yeni tanıştığım iş arkadaşlarıma gösterdiğim aşırı cana yakınlığın, yapacağım işteki mevzularla sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibi duyduğum hevesin başka bir açıklaması olamazdı. Çünkü ben böyle biri değildim. Ne cana yakın ne de iştahlı. Çocukluğumdan beri tek bildiğim, ailem tarafından bana gösterilen hedefleri tutturmak, karşıma çıkan engelleri bir bir aşmaktı. Etrafımda dönüp duran kıpır kıpır hayat baş aktörü ben olan ama benim de bundan haberimin olmadığı bir filmin seti; arkadaş, akraba diye tanıştığım  ya da tanıştırıldığım insanlarsa birer figürandan fazlası değildi. Öyle ki; yolda yürürken bile kafamı kaldırmazdım. Gözlerim, gelecekte yapacaklarıma odaklıydı, başkaca bir şeyi görmüyordu. Daha korkuncu, ıskaladığım bir yaşam olduğunun farkında bile değildim. Ailemin istediği şekilde yaşayıp huzurlu, toplumun benden beklediği gibi davranarak mutlu olmak ve başarılarla gurur duymak ve tatmin sağlamak. Yetiyor muydu? Yetiyor gibiydi, yetmesi gerekirdi; ta ki...

İlk defa işe geç kalmıştım. Nasıl olduysa, uyuyakalmış ve alelacele giyindikten sonra yerimden fırlamama rağmen her zaman bindiğim saatte metroya yetişememiştim. Kendi kendimi yeyip bitiriyor, aptallığıma sayıp sövüyordum. Olacak şey değildi hani? Uğruna yıllarımı verdiğim işe nihayet girmiş ama daha başlayalı şurada kaç ay olmuşken utanmadan geç kalıyordum. Müdüre ne mazeret uyduracağımı düşünsem iyi ederdim.


Onu, meçhul sevgilimi ilk gördüğüm gündü o gün. Dingin bir yüzle, güneşli bir kış sabahının iyice ortaya çıkardığı yeşil gözleriyle dışarısını izliyordu. Metro vagonu hayli kalabalıktı, ayaktaydı. Sırtını verdiği kapı kenarındaki yerinden memnun bir hali vardı. Oturduğum yerden, biraz da geç kalmış olmanın içten içe köpürttüğü yerinde duramamazlık hissiyle, gayrı ihtiyari kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda fark etmiştim. Fark edilmeyecek gibi değildi güzelliği. Kalakalmıştım öyle... Belki birkaç saniye ama daha uzunmuş gibi gelen bir süre. Baktıkça bakasım geliyordu o yüze bakarken. Tanımadığımdan emindim ama yakınlığı sarıp sarmalamıştı her yanımı. Sonra utanıp mutat adetime geri döndüm ama içimde bir şeyler cayır cayır yanıyordu. Yıllarca ilgisizlikten ve bakımsızlıktan kurumuş duygularım, "aman bulaşmayım" dediğim ne kadar heyecan varsa bir anda alev almıştı sanki. Tekrar bakmak istedim o yüze. Tekrar ve tekrar. Her kaçamak bakışımda başka bir güzelliği daha gözüme çarpıyordu. Boyu, endamı, uzun bal sarısı saçları, -boyamıştı, saçının asıl renginin kumral olduğu diplerinden belli oluyordu. Estetik yapılmış gibi duran o asil burnu, ne kalkık ne düşük, ne küçük ne de büyük. Hafif çıkık elmacıkları, tam kararında bir çene, pürüzsüz yüzü. Böyle bir güzellik olabilir miydi dünyada? İşe giderken bindiğim metro vagonunda hem de; aciz, garip ve çirkin bunca insanın arasında... Ah, nasıl arzulamıştım? Şimdi bile hatırladıkça her yanımı ateş basıyor ve her karşı konulamaz özlem dalgasında nasıl canım yanıyor bir bilseniz. 

"Nerede kaldı bu hemşire?"

Uyudum, uyandım aklımda hala onun yüzü. Verdikleri ilacın etkisiyle derin, neydi adı, rüyasız bir uyku çekmiştim. Şüphesiz bilincimi yitirmeme yol açıyordu verdikleri. Gördüğüm rüyaları hatırlamıyordum. Fakat ayıkken ondan kurtulamazdım. Düşüncelerim, her uyanık kaldığımda ona kayacaktı. Biliyorum, yaşamıştım daha önce. En iyisi ağırdan almaktı. Tüm mesele, nasıl olsa gün boyu kafamın içinde evrilip çevrilecek, dönüp dolaşıp onu bulacak düşüncelerimi daha rahvan bir ritme kavuşturmaktı. Daha önceki, bir yılı aşkın tedavi sürecimde öğrendiğim en önemli şeylerden biri buydu. Basit meslelere kafa yormak ve olabildiğince ana soruna yoğunlaşmanın önüne geçmekti. İki yada üç gün önce önce -Sahi ne kadardır buradayım, hemşirenin bir dahaki gelişinde mutlaka sormalı. Ayrıca doktorumun kim olduğunu da- kayışı tekrar koparmıştım ama nasıl tamir edileceği konusunda bu kez epey bir tecrübem var. İşe, damardan besleseler de şu an gurul gurul guruldayan midemi gerçek yiyeceklerle sakinleştirmekle başlayabilirim.


Özlemişim buranın yemeklerini. Halbuki daha önce yattığım sefer, ilk birkaç hafta boyunca şikayet edip durmuştum yemeklerden. Bir kez alışınca insan özlüyor bile. Kimilerinin, berbat aşçılar olsalar dahi annelerinin yemeklerini hayırla yad etmesi bundan herhalde; alışkanlık. Doktor, eski doktorum değil. Emekli olup ayrılmış önceki. Vaktini artık özel iş yerine, zengin müşterilerine hizmete harcıyormuş. Daha önce burada çalışmadığı halde,bir tür kurumsal gurur olsa gerek, genç hemşire ballandıra ballandıra yazdığı kitaplardan ve çıktığı televizyon programlarından da bahsetti eski doktorumun. Hiç gözüme çarpmamıştı. Bizimkiler ziyarete geldiğinde mutlaka kitabını istemeli. Dikkatimi dağıtır en azından, zihnimi oyalayacak harika bir oyuncak olur.


Bu kadar sevinmem tuhaf bulunabilir, "ana sorunda yoğunlaşamama" ilkesine ters de görülebilir. Değil aslında. O tür kitaplarda, ameliyat masasında benim gibi hastalar olur ve ameliyat konusu ince ince işlenir. Doktorların bir kadavradan bahseder gibi sizden ve ruhunuzdan bahsetmeleri sizi oldukça rahatlatır. Zeka bulmacası çözüyor gibi hissedersiniz onlarla konuştuğunuzda veya yazdıklarını okuduğunuzda. Kendiniz için devamlı değişen adlar, teşhisler keşfedersiniz. Sağdan sola 13 harfli...İkinci harf "a", 5.:"k". Son harfi "f"8. harf "p"...Manik Depresif. Bir başkası; yukardan aşağıya 8 harfli...Gizli,çift kişilikli. Bilmeyecek ne var, ipucuna bile gerek yok: Şizofren!


"Sana Leyla'yla Mecnun'un yürek dağlayan aşklarının kimyasal bir bozukluk olduğunu söylesem"...Doktorun ilk sözleri bu olmuştu. Buraya ilk yattıktan bir ya da iki hafta sonra -tam hatırlamıyorum-; onun odasında, karşılıklı otururken söylemişti. Verilen ilaçlar ve Allah bilir daha nelerle kuzu gibi olmuştum. Avaz avaz bağıran, çağıran, hırsından duvarları yumruklayan, yeri geldi mi bakıcılardan tekmesini esirgemeyen adamdan hiçbir eser kalmamıştı.

"Sen birini hiç sevdin mi Doktor?" diye sordum karşılık olarak. Tamamen kendimde sayılmazdım. Bana tam olarak ne olduğunun, bu kadar canhıraş ortalığı birbirine niye kattığımın bilince olduğum söylenemezdi. Yine de o ilk cümlesi, tiksinti uyandırmıştı bende.


"Aşkın, bir ilaçla canlandırılması ya da başka bir ilaçla yok edilebilmesi mümkün." diye devam etti. Burada bulunduğum süre içerisinde bunu çok iyi anlayacakmışım. Kendisi, bunu anlamamda bana yardımcı olacakmış. Falan filan...


Zamanla, doktorla olan diologumuz sıklaştı. Kaderimin, onun ellerinde olduğunu bilmekten gelen gizli bir nefret duysam da babacan bir adamdı galiba ya da o dönem öyle kabullenmem gerektiğini fark etmiştim, bilmiyorum. Artık insan içine de - yani diğer hastaların yanına- çıkarıyorlardı sık sık. Ne yalan söyleyim, hiçbiriyle kalıcı bir dostluk kuramadım. Gerçekten hastaydılar ve kendimi kesinlikle onlardan biri gibi görmüyordum. Okulunun başarılı öğrencisi, annesinin babasının biricik oğlu, geleceği parlak bir bürokrat adayı buralara düşsün; akıl alır gibi değildi. 

Utanç vericiydi ve ilginçtir; diğer hastalar hakkında böyle üstten böyle kibirli iken dahi, bir an bile "ne, niye, nasıl" diye kendime sormamıştım. Sanki, eşelersem bir daha buradan çıkamam gibi geliyordu. Bir tür doğal savunma mekanizması olmalıydı benimki. İlaçların, beni "ana sorundan" uzak tutacak denli maharetli olduklarını zannetmiyorum.
     
Yaramı deşmekten ısrarla kaçıyordum, fakat doktorun doğrudan iğnelemelerine de katlanmak zorundaydım. Durumum açıktı. Başıma gelen ne ise, içten içe inanmasam ve karşı çıksam da, doktorun tarif ettiği kılıfa uyuyordu. "Olgun aşk, paylaşanların yaşamlarını bozmayacak şekilde devam eder. Taraflar, ilişkiye ve karşısındakine saygı duyar, yanında olmadığı zaman da onun varlığını hisseder, gerektiğinde fedakarlık yapar, ilişkiye ve sevdiklerine zaman ayırır. Birbirlerine muhtaç oldukları için değil, birbirlerini sevdikleri için görmek isterler. Olgun aşkta, manipülasyon, karşısındakinin yaşamını kontrol etme, sürekli onu yanında isteme gibi takıntılar yoktur." Vesaire vesaire.

O kadını gördüğümden beri etkisinden çıkamamıştım. Birkaç hafta normal yaşantımı sürdürmeye çalışmış ve dayanamayacağımı anlayınca bile isteye, işe geç kalmak pahasına onu gördüğüm zamanki metro seferini kovalamaya başlamıştım. Geç kalmalar artınca önce uyarıldım. Sorumsuz davranışlarıma devam ettikçe disiplin kurallarının gereği basamak basamak yerine getirildi ve o meşum son olaydan sonra çok geçmeden memurluktan atıldım.


Onu tekrar görme aşkıyla öyle yanıp tutuşuyordum ki; ne yapacağımı, ne yaptığımı düşünmeden ona ilk rastladığım gün ve zamandaki metro seferini bekledim ilkin. Aynı vagonla(üçüncü vagondu) koyuldum işe. Aynı yer, aynı zaman. O gün göremeyince tam bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Birkaç gün duruldum. Aldığım kararın yanlışlığına ve davranışımın saçmalığına dair ilahi bir işaretti belki de. Çok geçmedi, tekrar başladım. İçten içe yanıyordum; onu aramak soğutuyordu yüreğimi, iyi geliyordu. Kafamın içinde bir şeytan -o zamanlar öyle teşhis etmiştim- kıpır kıpır dolanıyor, bir türlü susmuyordu kafamda: 


"Belki de yan vagondaydı. Öyle kazık gibi aynı vagonda, aynı yerde dikilmese idim görebilecektim. Belki de o gün izinliydi, belki de o da geç kalmıştı o gün ya da erken binmişti, olamaz mıydı?" 

Tekrar aramaya karar verdiğimde bu kez daha planlıydım. Yine üçüncü vagonla başladım aramaya. Yoktu. Öyle oturduğum yerden de değil, tüm vagonu yavaş yavaş , kalabalığı yara yara kontrol ettim. Üç durak kadar sonra, son vagona geçtim ve yine yavaş yavaş...

Evet, işte oradaydı. Tıpkı o ilk anki gibi, fakat bu kez koltuklardan birinde oturmuş, dışarısını seyrediyordu. Vagonun orta yerinde öylece donakaldım. Bir sonraki durakta inecek birinin müdahalesi olmasa ne yaptığımın farkında bile olmayacaktım. Benden biraz daha iri biri omzumu dürtüp kaba ve yüksek bir sesle müsaade isteyince, vagondaki bazıları gibi o da, olay mahalline bakışlarını çevirip doğruca ona bakan gözlerimi yakaladı. Belki bir saniye bile sürmemiştir. Beni ilk görüşüydü muhtemel. O yeşil gözlerde sonsuza dek kaybolmak istedim o an. Fakat hem o an adamın yolundan çekilmem mecburiyeti hem de mahcubiyet ağır bastı tabii. Onda, kendime dair yanlış bir izlenim uyandırmak, isteyeceğim en son şey olurdu herhalde. "Bir daha asla olmayacak aşkım..."  

Kendime hakim olmalıydım. Onun için hiçbir şeydim henüz ve her şey olabilmek için uzun bir yolum vardı. Hiç böylesi bir ilişki yaşamamış oluşumdan kaynaklanan acemiliğim de cabası. Ne denir, nasıl yaklaşılırdı ki bir kadına? Aşka benzer hiçbir tecrübem olmamıştı daha önce. Belki...belki, üniversitede iken başımdan geçen o olay dışında. Fakat o zaman hiç böyle hissetmemiştim ve sırtımı dönüp yoluma gittiğimde içim gayet rahattı. 


Sınıfımda çok güzel bir kız vardı. İzmirliydi yanlış hatırlamıyorsam. Uzun boyu, uzun siyah saçları ve masmavi gözleriyle televizyonda gördüğüm starları, mankenleri aratmıyordu. Tıpkı kendi gibi popüler, yine sınıftan bir arkadaşla sevgiliydiler. Bir gün, bir ders arası sarmaş dolaş, öpüşüp koklaşırken gözüm onlara takılmış ve çocuğun omuzları üzerinden dosdoğru bana bakan o deniz mavisi gözleri görüp ürkmüştüm. Anlamını bilmediğim bakışlardı onlar. Hele o gözlerinin mavisi yok muydu?  Sanki bir denizin ortasında, tutunacak bir dal olmadan tek başına kalmak gibiydi, boğulacak gibi olmuştum. 

Yine de gözlerimi alamamıştım kendisinden. O da çekmemişti bakışlarını. Sonrasında kendime kızıp durdum, "ne yapıyorum ben" diye? Olmayacak bir işti. Ne huyu huyuma ne suyu suyuma benzerdi. Bir sevgilisi vardı, ikisi de sınıf arkadaşımdı üstelik. Hadi o da sorun değil, aileme ne derdim? 

Ama neden bana öyle bakmıştı? Beğenmiş miydi beni? Sevgilisini bırakıp benimle mi olacaktı? O andan sonraki birkaç hafta, beni yalnız yakalamaya, benimle konuşmaya çalışacak olduydu da şeytan görmüş gibi kaçmıştım ondan.

Şimdi değişen neydi? 

"Fonksiyonel MR incelemelerinde görülen ve beynin orta bölgesinde yoğunlaşan bu değişikliği, "sıcak leke" olarak tanımlıyoruz. Bu lekenin gereğinden fazla "sıcak" olması hastalığa işaret ediyor."

Ertesi gün, bıraktığım yerden devam ettim. Bingo! Aynı saat, aynı vagon. Otomatik kapıdan girer girmez gördüm. Yolculuk boyunca bir daha o yana hiç bakmadım. Bir gün önceki kaza bana iyi bir ders olmuştu. Şimdi bu vagonda olduğunu, aynı havayı -kış dolayısıyla pencereler açık olmadığından biraz havasızdı gerçi- teneffüs ettiğimizi bilmek bile yeterdi. Böyle kaç hafta sürdü tam olarak hatırlamıyorum. Elbette bu takibi her gün yapmıyordum. İş yerindeki konumum sallantıdaydı. Uyduracak mazeret sayısı bir elin parmaklarından azdı. "Kalkamadım, bir aksilik çıkmış metro geç geldi, filan yere uğramam gerekiyordu..." Amirin şimşekleri üzerimdeydi. Kendi kendimi haftada ikiyle sınırladım. Ne yüzüm eskiyecekti ne de iş açısından zarar görecektim böylece...

"Kişi aşkını yaşarken de yaşantısını bozuyor, hayatını aksatıyor; işine, diğer ilişkilerine zarar veriyorsa aşkla alakalı bir yara, apse var demektir. İşte bu yara aşk hastalığı olabilir." 

Olabilir. Sanki iğrenç bir böcekten bahsediliyor. Sanki dünyada bir daha hiç tatmayacağın duyguları tatmamışsın. Sanki yaşadığını ancak hissetmemişsin. Sanki, varlığın o derin, karanlık kuyusu ışıl ışıl, bir bayramı kutlarmışcasına süslenmemiş. Sanki sonsuzluk onun yanında bir an değilmiş... Apse ha, apse!

İçimden geçiriyordum tabi bunları. Bir keresinde doktora buna benzer bir şeyler söyleyecek olduydum da teknik terimlerle serseme çevirmişti beni. Çoçukluğumdan beri çok konuşkan biri değildim aslında. Üsturuplu ve kibar konuşmak da hasletlerim arasında yoktu. Ancak aşık olduktan sonradır ki, kitaplara özelliklere klasiklere merak sarmıştım. Başıma geleni anlama çabasıyla, başkalarının hayatlarına ve aşklarına can havliyle sarılmıştım. 

Yılana sarılmışım heyhat! Hiç de, sorduklarında kendimi cevap vermeye kurguladığım "tarihi romanlar"a benzemiyorlardı. Basmakalıp yüce idealler uğruna hayatlarını feda eden, çelik gibi iradeleri olan kahramanların hikayeleriydi tarihi romanlar. Uzun süredir onları da okuduğum yoktu hani. İlk gençliğimin uzak birer anısı idiler sadece. Ne işe yarardı ki romanlar? 

Önce bir okul kazanmak, sonra oradan mezun olmak ve nihayetinde en sağlam iş olan memuriyete hak kazanabilmek için okuduğum ders ve test kitaplarından başkasını gözüm görmemişti o zamana değin. Böyle yapmasam tüm emeklerim boşa gitmez miydi? Herkesin saygı duyacağı bir işim, bir mevkim yoksa ne değerim kalırdı insanların gözünde? Oysa; insana dair ne varsa, benliğin en kuytu, en karanlık köşelerini bile didik didik eden yapılarıyla, içinde kaybolabileceğiniz uçsuz bucaksız bir dünyaya kapı açardı klasikler. Aşk yaralarını, tekrar tekrar kaşımaktan, ruhun dibini köşesini karıştırmaktan haz duymanızı sağlarlardı sezdirmeden. Elinizden bırakamaz olurdunuz kitabı.
 
Doğru, ne işime yaradılar şimdiye kadar romanlar; aşkımı daha da derinleştirmekten başka. Dilimi çözmüşlerdi belki ama aklımı almışlardı. İşimi de kaybettim nihayetinde. Gel gör ki; hayatım teklerken kalbim hala o ilk günkü heyecanla atıp duruyor. Bu iyi  bir şey mi kötü  bir şey mi? 

  
"Aşık olunduğunda mutluluk hormonu olarak bilinen seratoninde ise azalma görüldüğü söyleniyor. Bu da aşk acısına yol açıyor. Aşkta heyecanı arttıran nöro-adrenalin ise yükseliyor. İşte hastalıklı aşkların tek müsebbibi de bu kimyasallar!"


 Kimi zaman doktorun korkutma tekniklerine yenilir gibi oluyordum. Söyledikleri cuk diye üstüme oturuyordu, bir deli gömleği gibi. 

"Depresyon, post-travmatik stres bozukluğu, akut uyum bozukluğu gibi çeşitli psikotik rahatsızlıklar baş gösterebilir. Ayrıca, ruhsal hastalıkların dışında fiziksel hastalıklara da neden olabilir. Bağışıklık sistemini çökertir. İlle verem olacak değil ama bedenin değişik bölgelerinde reaksiyonlar görülür. Aşkından ötürü kişi yemek yiyemez hale gelir, stres yüzünden kortizol üretimi artar, hormon dengesi bozulur, midede ülser çıkabilir, bağırsak bozuklukları yaşanabilir, kalp atımında bozulmalar olur..." 

Aslında aşık olduğumdan beri hayat dolu ve iştahlı idim. Gözlerim daha önce fark etmediği ayrıntıları görüyor, kulaklarım daha önce duymadığı hayat melodileriyle mest oluyordu. Burnum da keskinleşmişti sanki. Özellikle güzel kokulara karşı hassasiyetim artmıştı. Kötü kokulardansa bir o kadar şiddetle uzak duruyordum. Günlük temizliğime dikkat eder, giyimime kuşamıma özen gösterir olmuştum. Doktorun saydığı belirtilerden hiçbiri ufukta görünmüyordu. Ta ki..

"Dopaminde artış gözlenir. Bu çok önemli!"


Bir hafta ortalarda hiç gözükmedi. Önce işe gidiş vagonunu  mu değiştirti diye diğer tüm vagonları gezdim. Sonra binme saatini değiştirmiş olabilir diye hem önceki hem sonraki seferleri yokladım. Yok! Belki işinden izin almıştır diye kendimi teskin ettim umutsuzca. Bir iki derken haftalar geçti. Yoksa başına bir şey mi gelmişti? Olamaz! Aklımı kaçıracak gibiydim. Yemeden içmeden kesildim, işi tavsadım, Daha da kötüsü gemi azıya alıp geç kalma pahasına sonraki metro seferlerini yoklayayım derken iyice artan mazeretsiz işe geç kalmalarım arttı... İlk yılım olduğu için izin de alamıyordum. Hasta olduğuma kimseyi inandıramazdım; nerede kaldı bir doktordan rapor çıkarabilmek. 

Hem ne yapacaktım ki? Yoktu işte ortada; yer yarılmış içine girmişti sanki. Dalgınlığım had safhadaydı. Etrafımdaki kişilere, aileme, iş arkadaşlarıma, ara sıra merhabalaştığım dostlara, olup bitenlere tüm ilgimi neredeyse kaybetmiştim. Kınama da yoldaydı.

"Aşk bağımlılığında kişi muhakeme yeteneğini yitirir, kendini harap etme noktasına gelir, düşünemez. Aşkının peşinde koşar" 

Derken; artık ümidimi kaybetmişken onu tekrar gördüm. Nasıl bir mutluluktu anlatamam. Her zamankinden daha güzel gelmişti gözlerime, dupduru. İhtiyatı bir yana bırakıp onun olduğu tarafa doğru iyice sokuldum. O durulukta sükun bulmak, o yeşillikte uzanmak, o güzelliğin ışığını tenimde hissetmek arzusuyla dolu, yanaştıkça yanaştım. Ona yaklaştıkça yüreğimle birlikte aklım da, iradem de eridi gitti...

 Mahkemede tek tek, her ayrıntı anlatıldı. Onun ve tanıkların ifadesini başım önümde sessizce dinlerken "gerçekten böyle mi olmuştu" diye kendi kendime sorup durdum. Hatırlamıyordum. "Nerelerdeydin" demişim. "Seni göremeyince aklım çıktı aşkım" demişim. O, "Siz kimsiniz" demeye kalmadan sarılmaya, öpmeye kalkmışım. Etraftan yetişmişler, zor zapt etmişler. "Ne olur bırakın, o benim biricik aşkım. Bırakın sarılayım doya doya, hasret gidereyim. Bırakın o güzelim saçlarını okşayıp huzur bulayım..." Daha neler neler!

Daha neler!

Bütün bunları hatırlamak öğleni bile bulmadı. Ne olduğunu değil ama mahkemede ne olduğunu çok net hatırlıyorum. Kendimi hiç savunmadım. Ya "hatırlamıyorum" ya da kısaca "evet" diye cevapladım hakimi. Karşı taraf, yani o ve ailesi, maddi durumumuzun pek iyi olmadığını görüp daha baştan tazminat istememeye karar vermişlerdi. Dava bir an önce sonuçlansın ve bu kabustan kurtulalım istiyorlardı. Avukatım, "psikolojik bozukluk tanısı" için bastırıyordu, öyle de oldu. Taciz davası olmaktan çıkardı davayı. Bilirkişi doktorların raporları doğrultusunda bir akıl hastanesinde gözetim ve tedavi altında tutulma kararı çıktı mahkemeden. İki yıl. Eğer dururmumda bir gelişme olursa bu şartlı olarak kısaltılabilecekti. Bir taciz davası olmadığına sevinsinler mi, oğulları aklını oynattı diye üzülsünler mi bilemedi bizimkiler. Gariplerim. Annem, "keşke seni evlendirseydik" deyip duruyordu. Elim ekmek tutsun, tezgahımı oturtayım diye beklemekle hata etmişler. Başımı okul biter bitmez bağlasalarmış bunların hiçbiri olmazmış. Kim bilir, haklılar belki de.
   
"Beyinde singulat girüs denen bir bölge var, şekli solucana benzer. Buradaki fonksiyonlarda ciddi bozukluklular oluşur. Tedavi için gerekirse elektrik tedavileri, manyetik tedaviler, elektro şok kullanılıyor."

Hastaneden çıkarken benden onu arayıp sormayacağına, görmeye çalışmayacağına dair söz vermemi istediler.Bir seneyi biraz geçiyordu; doktorumun "durumumda hızlı bir iyileşme görüldüğü, normal bir insan gibi hayatıma devam edebileceğim" yönündeki raporuyla salıverildim. Taburcu edildim yani.


Gayet iyi gidiyordum. Ailem başka bir şehre taşınacak kadar güçlü değildi ama semtimizi değiştirmiştik. Başka bir eve taşındık, şehrin diğer ucunda başka bir mahalleye. Babam, iyi kötü bir köşede biriktirdiği parasını abimin de yardımıyla bana bir iş kurmak için harcadı. Taşındığımız semt, şehrin yeni gelişen semtlerinden biriydi. Yüzlerce yeni sitenin pıtrak gibi ortaya çıktığı imkanlarla dolu bir semtti. Bir emlâkçı ofisinin iyi iş yapacağını düşünmüşler beraberce. Başlarda intibak etmekte zorlansam da işe alışmıştım. fena da gitmiyordu. Ev göstermekten başımı alamıyordum. Kullandığım ilaçları azaltmış, kontrollerimi seyrekleştirmiştim. Annem memleketten, akrabalardan birinin kızı için söz almıştı benim adıma. Yüzükleri takmamıştık ama sözlü gibi bir şeydik. Şöyle bir görmüştüm kendisini. Çok az konuşabilmiştik. Benim gibi, kara kaş kara göz; güzel ve cana yakındı.

Bir gün, sıcak bir yaz günü, bundan en çok yirmi gün önce, dükkanın kapısından genç, neşeli bir çift selam vererek içeri girdi. Pencereden dolan ışık yüzlerini görmemi engelliyordu. Kadın, gömleğinin kollarını sıyırmış eşinin ya da sevgilisinin koluna sıkı sıkı yapışmıştı. Vücutları, bir saniye bile birbirlerinden ayrılmak istemezmişçesine kenetliydi bu yaz sıcağında bile. Kapıdan girerken, artık her ne idi ise muhabbet, şen şakrak dalıvermişlerdi dükkana. Neşeleri bana da bulaşmıştı sanki, en güzel tebessümlerinden biri yüzümde ayağa kalktım ve aynı samimiyetle karşılamaya çalıştım çifti. 

Oydu. Saçları daha koyu idi, asıl kumral rengine kavuşmuştu. Güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti ama. Askılı, çiçekli yaz elbisesi içinde ışıl ışıldı. Onu yaz mevsiminde görmek hiç nasip olmamıştı. Demek, onun yazı da böyleydi diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonrasında hatırladıklarım biraz daha karanlık. Yüzündeki gülüşün solduğunu, sessizleştiğini, yanındaki eşine, nişanlısına ya da sevgilisine sezdirmemeye çalışsa da endişesinin yüzünden aktığını, koluna daha sıkı, tırnaklarını batırırcasına yapıştığını hatırlıyorum. Çok durmadılar dükkanda. Eşi, nişanlısı her kimse artık onu, bile şaşırtacak kadar boğuk bir sesle, ben daha ilk daire fiyatlarını saymaya yeni başlamışken "pahalı" bulduğunu söyleyip çıkıp gitti; peşinden adamı da sürükleyerek. 

Çıktıktan sonra arkalarından epey bir müddet öyle baktım. Ne diyecekti hakkımda ona acaba? Ya da bahsedecek miydi benden? Kim idim ben onun için? Bir deli, kurtulması gereken bir kabus...Zerrece değerim yoktu gözünde. Nefret ediyordu muhtemelen. Fırsat çıksa hayatından çıkıp gideyim diye ezmek, yok etmek isterdi herhalde. 

Oysa o, benim her şeyim olmuştu; bu nasıl olabilirdi? Onu gerçekte hiç tanımadığım halde, öl dese ölürdüm oracıkta. Bütün o tedavi süreci, doktor nasihatleri, aklını başına almalar, düzenli hayat, huzur, iş, aile, gelecek... Bir an, şöyle bir görünmesiyle darmadağın oluvermişti her şey. Bir şey, ruhumun derinliklerinde bir dal "çıt" deyip kırılıvermişti sanki. Ben ne zaman o noktaya gelsem, orada tutunmaya çalışsam düşecektim. Tedavisi yoktu.

    ...

 
   

Yorumlar